Bir yada birçok farklı nedenle rüyalarında geçmişte seyahat ettiğini görmeyen insan her halde yoktur? Ayrıca insanlar gördükleri rüyalarda dönecekleri yeri de seçme imkanına sahip olabiliyorlar. Öte yandan rüyalarda insanoğlu yaptığı hatayı düzeltebiliyor, belki de, Hitler’e veya Miloşeviç’e suç yapma fırsatı vermeden öldürebiliyor, Kinşasa’da Ali ve Forman arasındaki boks mücadelesini canlı olarak izleyebiliyor yada Beatles konserini dinleyebiliyor.
Eğer Woody Allen sorarsanız, o geçen yüzyılın 20. yıllarında, Paris’e dönmüş olurdu. Woody Allen yönetmenliğindeki Paris’te Gece Yarısı’nın başrollerini Owen Wilson ve Rachel McAdams paylaşırken Gil’in edebiyat dünyasında karşılaştığı yıldızları Marion Cotillard, Kathy Bates, Carla Bruni, Adrien Brody gibi zengin bir oyuncu kadrosu canlandırıyor.
Owen Wilson’ın canlandırdığı Gil, gençliğinde “önemli” bir yazar olmak isteyen bir Hollywood senaristidir. Gil, Rachel McAdams’ın canlandırdığı İnez ile nişanlıdır ve o ve ailesiyle birlikte Paris’te seyahattedirler. Gil, İnes’i en güzel şehre taşımak veParis yağmurunda kaygısız yürümek için ikna etmeye çalışır. Ines, tam aksine, alışverişe gitmek, diskoteklerde oynamak, Gil’le evlenmek ve Malibu’da büyük bir evde yaşayarak Amerikan rüyasını görmeyi istiyor.
Paris’te karşı karşıya geldikleri Ines’in meslektaşı ve Matisse eserleri konusunda uzmanlaşmış sanat tarihi profesörü Paul’un (Michael Sheen), belirttiği gibi Gil, “altın çağı düşünme” sendromundan acılar çektiğini ve hayatın geçmiş çağda çok daha iyi ve daha güzel olduğunu düşünüyor. Pol’a göre sözkonusu sendromun “şimdiki dönemle yüzleşemeyen insanların romantik hayallerindeki hatalarını” vurguluyor.
Tabi ki Gil’in de sorunları var. Yeteneğini senaryolara harcadığını düşünüyor (senryolardan iyi gelir de elde ediyor), roman yazıyor, ancak kötü olduğu şüphesi ile kimseye okutmuyor: Kız arkadaşının ebeveyinleri sağçı geleneğe sahip olduklarından dolayı onu sevmiyorlar, evleneceği kız ise onun ihtiyaçlarını anlamıyor. Film ilerledikçe, Gill ve İnes’in birbirinden oldukça uzaklaştığını ve aralarında ortak bişeyin olmadığı fark edebiliyoruz.
Gill, potansiyel bir göçmen olarak, standart turizm faaliyetleri ile ilgilenmiyor ve ısrarla tüm Versay ziyaretlerinden ve İnes’in sürüklemeye çalıştığı şarap tatma gibi benzeri etkinliklerden kaçınıyor. Diğer yandan Paul tarafından evlilik ve diğer farklı konularda yapılan sıkıcı konuşmaları sabote etmeye çalışıyor. Gill’i farklı bir Paris ilgilendiriyor. Yağmurlar yağdığı zaman daha güzel olan şehri, şehirden zevk almayı bir kenara bırakıp sanatı yaratan “kayıp kuşak” yazarlarını, ve durumlara göre hanımlarını, kocalarını değiştiren insanları merak ediyor.
Sonunda, herhangi bir özel durum olmadan, zaman içinde yolculuk yaptığı ve sarhoş olduğu bir gecede Gill’in istediği tüm arzuları yerine getiriliyor. Bizzat Cole Porter piyano çalarken, Scott Fitzgerald (Tom Hidelston) ve eşi Zelda (Paul Allison) ile sohbet etmeye başlıyor. Filmin sonuna kadar Gill, ayrıca, Ernest Hemingway (Corey Stol) Stajn Gertrude (Kathy Bates), Picasso, Matisse, Dali, Man Ray, Luis Bunuel ve daha birçok kişi ile bir araya geliyor.
Tüm bu karakterlerin çok azı filmde önemli bir rol alıyor, karakterler sadece Paris’te zamanın ruhunu yansıtıyorlar. Daha doğrusu Gill aracılığıyla, bizim o dönemi nasıl yaşadığımızı, ve o dönem hakkındaki düşüncelerimizin yansıtılması amaçlanıyor. Tamamen maço tip olan Hemingway sadece kavga yapmayı düşünüyor. Salvador Dali gergedanlar takıntılı tam bir egoist, Luis Bunuel ise eski zirve günlerinden uzaklaşmış gözüküyor. Hemingway ve Stayn ise kendi tavsiyeleri ile Gill’in yazdığı romanına ve özel hayatına yararlı olduklarını gösterecekler.
Ancak en önemli olay Adriana (Marion Kotiyar), Picasso’nun metresi (daha önce evli) ile tanışması olacak, ona göre 20.ci yıllarda Paris’te hayatın çok sıkıntılı, hatta çok kötü olduğunu, “Beyaz Çağ” döneminin ise Paris’te yaşamak için en doğru zaman olduğunu belirtiyor. Sanatçılar ise “Beyaz Çağ” döneminden de memnun değiller ve Rönesans geri dönmeyi istiyorlar.
Tüm filmi anlatmak istemiyoruz, bazı şeyleri kendiniz de keşfetmeniz gerekiyor. Gill, sonunda Paul’un haklı olduğunu fark ettiğini vurgulamamız gerekiyor. Altın çağın olmadığını ve bugünün yaşanması gerekiyor. Gill bunu algılıyor ve şimdiki döneme aslında meydan okuyor.
Filmin hikayesi ve mesajı, bana sorarsanız ikinci planda kalıyor. Kahramanlara göre bu film öncelikle Paris’e, dünyanın en güzel şehrine adanmış. Filmlerinde görsel başarılarının olmadığını bildiğimiz Woody Allen, Paris’in fiziksel güzelliğine çok az zaman ayırıyor. Filmin başlangıçında sadece, hepimizin bildiği (gitmediğim halde benim de bildiğim) bir dizi Paris sahneleri yer alıyor. Paris filmde çok az görünüyor, daha fazla onun güzelliklerini duyuyoruz. Adriana’nın güzel sözlerini hatırlatma istiyorum: “Paris var oldukça bir insan nasıl olur da başka şehirde yaşamayı kabul eder, bu benim için her zaman bir gizem olacak”
“Yani şunu söylemek istiyorum, bu film, herşeyden önce bir Paris filmi”. Eğer başka bir şehiri seçerseniz – örneğin New York, Berlin, İstanbul, Saraybosna, Selanik veya Sveti Nikole, özgürce kendi inisiyativinizi kullanarak bir film çekin. Allen en sevdiği şehir hakkında bir film yaptı. Belki bir başyapıt, karakterleri yeterince gelişmiş değil, ancak eğlenceli ve aydınlatıcı bir film. Ayrıca filmde Carla Bruni de görünüyor, dolayısıyla magazin bölümünde çalışan arkadaşlarıma tavsiye ediyorum. Yıldızlarla notlandırırsak, beş üzerinden üç yıldız veriyorum.
Dejan Georgievski